Toroslar bırakıp gitmişti bolkar dağlarını, tarsus'a.
Berdan, varoşların incecik gülü...
Güneşle karışmıştı gözlerinin rengi.
Bir çiçek kadar utangaç, oturmuş bolkar dağlarına...
Bütün sular berdan çayına akıyordu.
Güneşin ateşini berdan çayında söndürüyorlardı toprağın ırgatları;
üstlerinde başlarında, köylerinin yangınını taşıyan göçerler...
Berdan barajından su içen bulutlar, ege dağlarına bıraktılar sularını.
Yağmur kuşağıydı berdan;
Bir portakal çekirdeğine saklanmış...
Civan perçemiydi kayaları parçalayan...
Göğsümüzün kızıl gülü çatlattı tohumu.
Portakal çiçekleri öper gibi açmıştı ege dağlarında.
ölüm kaçacak delik arıyordu elinden...
Berdan bir sevdaya düşmüş ölümü andırıyordu.
Vuruşa vuruşa tutsak düştü.
Mahpus damında ince ince soluklanan bir top reyhandı.
ölüm orucu'nun ilk gönüllülerindendi.
Günler yürüyordu.
Takvim yaprakları birer birer ölüyordu ve berdan sayıklıyordu:
"Bizler çok büyük bir insanlık ailesinin fertleri olarak, kendimizi hep başlarda
Hissedeceğiz.
çünkü bu insanlık ailesinin fertlerinin önü çok açık.
Bunu biliyoruz, buna inanıyoruz.
Biz başarırız..."
Yağmur kuşağıydın sen.
Dağların başına bağladığı gökkuşağı...
Bir kolunda börklüce mustafa, bir kolunda yıldız ormanları;
Turnalar dönüyordu başında...
Berdan buz beyazı, ay ışığı...
Akşam alacasında gökyüzünden kopardığı yıldızı alnına taktı...
Beyaz yıldız, kızıllaştı içindeki yangından...